| Anlatı | Seçme Şiirleri | Tiyatro | Spor | Çeviriler | Albüm | Çeşitli | Günce | Anı | Deneme | Konularına göre derlenen denemeler | Yaşamöyküsü | Mektup derlemeleri | Yaşamı, sanatı, yapıtları dizisi | Antoloji |

Seçme Şiirleri / OKTAY RİFAT

OKTAY RİFAT

Bu kitabı satın al

OKTAY RİFAT

TOFCP5LYZS6RMYVXR6OX, Adam Yayınları, 2000
Şiir üstüne yazılarından alıntılar :


YENİ ŞİİRİ MÜDAFAA


   “Yeni”, Fransızca karşılığı ile “moderne” kelimesi bugün Avrupa’da bir sanat temayülünün genel adı olarak kullanılmak isteniyor. Hiç olmazsa birtakım yazarlar ortada tıpkı klasisizm, romantizm gibi bir temayül bulunduğunu, bunu incelemek lazım geldiğini söylüyorlar; inceliyorlar da. Bu temayülün temel vasıflarını bulup çıkarmaya çalışıyorlar. Eski çağlarda yaşamış şairlerde de Yeni’ye rastlandığını, bunun son yıllara has bir şey olmadığını ileri sürüyorlar.
   “Bizde son zamanlarda türeyen, kendilerine fazla bir değer vermediğimiz için garipsediğimiz gençler, işte bu sanat temayülünü içlerinde sezen, bu temayüle kendini kaptırmış kimselerdir. Yeniler, tıpkı romantikler, tıpkı klasikler gibi aralarında benzerlikler, yakınlıklar bulunan sanatkârlar topluluğudur. Ressamları, bestecileri, şairleri var. (...) Son yılların yakın tarihi incelenirse yeni diye genel bir ad takılan sanatçıların kendi aralarında birçok bölümlere ayrıldığı da görülür. Son yıllar çığır bakımından bir hayli zengindir. (...) Yeni’nin önemli vasıflarından birisi de sanat disiplinini dışardan almaması, kendi içinde bulmaya çalışması, kendi kurmaya kalkmasıdır. Sanatta arama sözü yenilerle ortaya çıktı. Bugünkü sanatta bir düzensizlik sezenler, bu işte bir bilgisizlik, zevksizlik bulacak yerde, bunun, her sanatçının kendine bir sanat disiplini aramasından ileri geldiğini farketselerdi, belki de sezdikleri şeyin manasını daha iyi anlarlar, bu kadar kötümser olmazlardı.
   “Yenilerin ilk vasfı olarak şunu belleyelim : Yeni, her şeyden önce “duyu-sensation” denilen şeye çok değer verir. İyice anlaşılması için “duyu-sensation” dediğimiz şeyin bir de tarifini verelim. Duyu, Littre’de : “Dış âlemin his uzuvlarımızdan birine tesiri ki, sinirlerle dimağa ulaştırılarak idrak olunur,” diye tarif edilmiştir. Goblot ise, Felsefe Lügati’nde bu terimi : “His uzuvlarımızdan birinin tembih edilmesiyle hasıl olan psikolojik olay,” diye tarif eder. Yenilerin şiirlerini, yazılarını okuyun, resimlerini seyredin, duyunun bu sanatçıların eserlerinde ne kadar büyük bir yer tuttuğunu göreceksiniz. Yeni, klasik gibi, düşünceye; romantik gibi, ihtirasa değer vermez. Yaşamayı, duygularla yoğrulmak manasına alır, sevmeyi de böyle anlar, ölmeyi de. (...)
   “Sadece bu vasfı bellemek, yeni şiirimizin birçok karanlık taraflarını aydınlatmaya yetecektir. Yeni şairlerin şiirleri kısadır; vezinsiz, kafiyesizdir. Yalnız şunu hemen söyleyelim ki vezin kafiye işi yenilikle doğrudan doğruya ilgili bir mesele değildir. (...) Yenilik şiirin muhtevasına, sanatçının daha çok şahsiyetine, duyuş ve hassasiyetine taalluk eden bir meseledir. Yenilik, dünyayı görüşte, tefsir ediştedir. Evet, yeni şairlerin şiirleri kısadır, vezinsiz, kafiyesizdir dedik. Sebebine gelince : Bunlar çoğu zaman birer “duyu-sensation” şiiridir. Duyu ancak beş hissimizle yakalanır. Duyu dediğimiz şeyi şiir halinde tespit ederken klasik şairin yaptığı gibi akla başvurmak, veznin, kafiyenin de işe karıştığı akla uygun bir mimari hazırlamak, bir şimşek gibi çakıp sönen duyunun elimizden kaçıp gitmesine mal olabilir. Üstelik yeni şair için duyuların yanında, akılla kurulan yapının hiçbir değeri olamaz. (...) Yukarıda da dediğimiz gibi yeniler başlı başına bir âlemdir; başlı başına bir âlem olmaya özenir. Yeni şiir kısadır, çünkü duyu bünye itibariyle bir anda idrak edilen, bir anda elden kaçırılan küçücük bir intibadır.
   “(...) Yeni şiirleri eline bile almak istemeyen öyle kimseler tanıyorum ki aşağı yukarı aynı temayülleri Fransa’da temsil eden Gide gibi, Claudel gibi, Montherlant, hatta Baudelaire, Rimbaud gibi şairlere bayılıyorlar. Hem de onlarda bayıldıkları, tuttukları taraf, bu yeni dediğimiz temayül, bu yeni dediğimiz değerdir. Mesela Baudelaire’in “Albatros” şiirini beğenmiyorlar da “Saat” şiirini seviyorlar. Çünkü “Albatros” romantik bir şiir olduğu halde, ötekisi yani “Saat” yeni bir şiirdir. Genç nesil belki de bu Frenk şairleri gibi yücesini yetiştirmemiştir. Ama bu kimselerin gençlerin tuttukları yolun çıkmaz bir yol olduğunu söylemeleri biraz tuhaf oluyor. Temayül, aynı temayül, yol aynı yoldur. (...)
   “Gençleri dikkatle okumak lazım geldiğini sanıyorum. Aralarında fenaları da var, iyileri de. Onlarda kendimizi değil, önce onları aramalıyız. Nihayet, yeni şiirlerde yadırgadığımız şeyin, şu ele avuca sığmayan insanın, daha doğrusu hepimizin temayüllerinden başka bir şey olmadığını göreceğiz. (17 Mayıs 1945)

(ss. 64-66)


ŞAİRİN KAHRAMANLIĞI


   “Güzel şiir yazmakla iş bitiyor mu? Nice güzel şiirler yazmış şairler var ki sevmiyoruz, nice kötü şiirler yazmış şairler de var ki onların kötü şiirleri bize batmıyor, bu şairlere bayılıyoruz.
   “Okuyucu, sevdiği şairin yaşayışını bilmek istiyor, başından geçen vakalara ilgi gösteriyor, son nefesinde söylediği sözü merak ediyor, kimlere sevdalandığını, nasıl yaşadığını öğrenmeye çalışıyor. Sinema meraklısı da böyle değil mi? O da Rita Haywort’un boyunu, kilosunu, belinin, kalçalarının santimi santimine ölçüsünü öğrenmek için dergiler karıştırıp durmuyor mu? Şairler halkın karşısında, tıpkı sahnedeki gibi ölçülü biçili hareket etmek gerektiğini eğer bilmiyorlarsa, bilsinler. Ama biliyorlar da... Baudelaire saçlarını yeşile boyadığı zaman halkı şaşırtmak istiyordu.
   “Halkın, şairin hayatıyla yakından ilgilenmesi, belki de sadece bir meraktan ileri geliyor. Şairin hayatı, eserini daha kolay anlamamıza yardım ediyor, bazı kör düğümlerin hemen çözülüvermesini sağlıyor.
   “Acaba halk hangi şairleri seviyor? Öyle ya, mademki okuyucu, şairin, şiiri dışında, yaşayışıyla, hatta doğrudan doğruya şahsıyla da ilgilidir, o halde olabilir ki şöyle şairleri sever de böyle şairleri sevmez. Bize öyle geliyor ki halk her devirde başka cins şairleri severdi. Mesela XVII. yüzyıl Fransa’sında, klasik çığırın geliştiği çağda, şiirin meraklıları herhalde akıllı, ahlaklı, muvazeneli şairleri seviyorlardı. Klasik çığır rağbetten düşüp de meydan romantiklere kalınca, sevdadan başka bir şey düşünmeyen, beli kılıçlı, saz benizli o beyzade şairler göze girdi. Yakın zamanların sevilen şairlerini daha iyi biliyoruz. Bunlar her şeyden önce şaşırtıcı insanlardır. Deli, acayip, sinirli, ama şaşırtıcı, Nasreddin Hoca gibi eşeğe ters binen soyundan şairler.
   “Ya bugünün halkı, hangi çeşit şairi seviyor acaba? Galiba kahraman şairi. (1 Mart 1949)

(ss. 73-74)

ŞİİRDE ANLAM
   “Söze bir örnekle başlayalım. Akşam oldu lambalar yandı, dediğimi düşünün. Bu anlaşılır bir sözdür değil mi? Neden? Çünkü, olağan bir şeydir akşam olunca lambaların yanması. Akşam oldu lambalar söndü, dersem, iş biraz değişir. Akşam olunca bizim bildiğimiz lambalar yanar, ama belki elektrik akımı kesilmiştir de sönmüştür, diye düşünür, bu sözü de anlarsınız. Akşam oldu duvarlar yandı, dersem, akşam olunca duvarların yanmayacağını bildiğiniz için bu sözde bir benzetme var, bize güneşin, batarken duvarlara vurduğu, duvarların yanmış gibi aydınlandığını söylemek istiyor, der, bu sözü de anlarsınız. Ama, Akşam oldu zurnalar yandı, dersem, bu deli saçmasını kimse anlamaz. Neden? Çünkü zurna, lamba gibi ışık verici bir nesne değildir, üstelik bir benzetme de yoktur bu sözde. Konuşma dili, düşünceleri, duyguları, olayları anlatmak için bir araçtır. Gel gelelim şiir, her zaman düşünceleri, duyguları, olayları anlatmak için yazılmaz. Şair, dünyayı olduğu gibi kâğıda geçirmez, sanki yaradanın kendisiymiş gibi dünyayı yeni baştan kurar, diyor Fransız şairi Audiberti. Bugünün şiiri, tıpkı öteki sanatlar gibi, olanı, olağanı anlatmakla yetinmiyor, yeni sanat gerçekleri kurmaya çalışıyor. Ama bu çaba ister istemez gerçeğin düzenini değiştirmekten, gerçeğe yeni bir düzen vermekten öteye geçemiyor. Gerçeğin bir parçası olan sanatçı istese de gerçek dışı bir şey düşünemez. Olsa olsa gerçeği ezer büzer, ona yeni bir düzen verebilir; tıpkı melez hayvanlar, melez bitkiler gibi, melez varlıklar yaratabilir. Konuşma dilinde deli saçması sayılan, Akşam oldu zurnalar yandı sözünü şiir dilinin çevresi içinde ele alırsak, şairin zurnayı, lamba gibi aydınlatan, ışık veren bir nesne haline getirdiğini, böylece zurnadan, lambadan ayrı lambayla zurna kırması yeni bir şiir varlığı icadettiğini düşünmemiz gerekir. Hoşa gitmesi, gitmemesi başka; ama bu söz, Akşam oldu lambalar yandı sözü kadar seçik, o söz kadar yalın, o söz kadar açıktır. Şiir dilinde böyle bir sözü anlamak istemeyenler, kimi zaman alışkanlıklarına, kimi zaman da beğenilerine kurban oluyorlar. Bir zamanlar Orhan Veli’nin en yalın sözlerini de anlamazlardı. O sözlerin altında ikinci bir anlam ararlardı. Bugün de o yalın sözler kadar seçik, ama gerçeğin düzenine aykırı bir düzende kurulmuş şiir cümlelerini anlamadıklarını söylüyorlar. Bu gidişle anlayamazlar da. Çünkü şair, onların gördüklerini, bildiklerini değil, görmediklerini, bilmediklerini anlatıyor. Çarşıyı, pazarı, damı, ağacı yerli yerinde bulmak isteyenler, bir sanatçının gündelik gerçeğe nasıl yeni değerler kazandırdığını merak etmeyenler okumasınlar yeni şiirleri. Genç Fransız şairi, eleştirmecisi Rousselot şöyle bir hikâye anlatır : bir ressam, manzara resmi çizen başka bir ressama : “Sakın koyun resmi yapmayın,” demiş. “Biri çıkar, koyunu sizden çok benzetir. Başka biri ondan da çok benzetir. Ama hiç kimse tabiat kadar koyunu koyuna benzetemez. İyisi mi gördüğünüzün değil, görmediğinizin resmini yapın.” Yeni ressamlar kadar, yeni şairler de dinliyorlar bu öğüdü. (Mart 1957)

(ss. 75-76)


Devamı