Arka kapak yazısı :
Bu kitabı yazmaya başladığımda altmış dokuz
yaşındaydım; bitirdiğimde yetmiş bir... İki yıl sürdü...
Arada bir gidip gelme de var... Yoğun bakımda gözlerimi
açtığımda, “Bir ay daha yaşayıp kitabımı bitirebilsem!”
diye kaygılanıyordum... Bir ay daha...
Yalnız Piraye’nin, Nâzım’ın çevresinden ünlü sanatçılar
değil... Erenköylüler, Çamlıcalılar... O güzel insanları
gönlümce anlatabildiğimi sanmıyorum.
Anlatabilmem için dinleyen de ben olmalıyım...
Herkesin kendi güzel insanları var, okurken ister istemez
onları okuyacaklar... Yapabileceğim bu kadar!..
Hoşça kalın!..
Gölgede Kalan Yıllar’dan parçalar :
Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi.
Dünyayla ilişkisini çoktan beri kesmişti. Kimseyi tanımıyor, baktığını görmüyor, söyleneni duymuyordu. Püre, muhallebi, yoğurt türünden çiğnemeden yutabileceği şeyler veriyorduk. Gözlerini açmaz olduğu son iki güne kadar hiç değilse bunları geri çevirmiyordu.
Karşımızdaki apartmanda oturan bakıcısı, kapıdan çıkarken, “Bir şey olursa bana bir telefon ediver, gelirim,” deyince bir duraladım. Ya benim duraladığımı görerek, ya da kendi kafasından geçenleri geri itmek için, bir açıklama yapmak gereğini duydu, “Hiçbir şey yediremedik,” dedi.
Arada bir gidip bakıyordum. Uyurken bile elleri kolları hep çalışır, üstündekileri çekiştirir, kucağına toplardı. Odasını sürekli sıcak tutuyorduk o yüzden. Gene de belli aralarla gidip üstünü açıp açmadığına bakmak gerekiyordu.
Ama o gece pek hareketli değildi. Omuzlarını açıyordu yalnızca. Ağzından nefes alıyor, belli belirsiz bir hırıltı çıkarıyordu. Her zaman daha sessiz uyurdu.
Son iki gidişimde ise üstü açılmamıştı. Kapıdan bakıp çekildim. Saat bire doğru yatmaya giderken bir daha baktım, gene açılmamıştı üstü. Dinledim, hırıltı da yok. Yanına gidip elimi alnına koydum. Soğuk.
Ölmüştü annem...
Belki de son iki gidişimde üstünü açmamış olması o yüzdendi.
Bir süredir yakınlarının yoklamaya geldiklerinde yanına bile girmek istemedikleri Piraye kurtulmuştu.
Kurtulmuştu...
Bu söz ne kadar yaygınlaştı, ne derin anlamlar kazandı son yıllarda...
Yalnız böyle bilinçsizliğe gömülen, yaşamla ilişkileri kopup yatağa bağlanan, vücudunda yaralar açılan, bakımı sorunlar yaratan, acı çeken, iyileşme umudu kalmayan yaşlılara değil, nerdeyse her ölene, “Kurtuldu!..” deniyor...
*
21 Mart 1995 Salı günü gece yarısına doğru, bataklığa dönüşmüş dünyamızdan, iyiliğin, dürüstlüğün, onurun, bağlılığın, özverinin simgesi bir kadın ayrıldı...
Bu satırları yazarken altmış dokuz yaşındayım. Annem seksen dokuz yaşındaydı. Beni yirmi yaşındayken doğurmuş. Arada ondan uzak kaldığım, dedemin yanında oturduğum yıllar oldu, ama bana hiç ayrılmamışız gibi geliyor. En eski anım üç ya da dört yaşımdayken yaptıklarıma kadar gittiğine göre, demek ki altmış beş yıl onun çevresinde birtakım anılar biriktirerek yaşamışım.
(ss. 7-8)