Çoğunluğun Gücü’nden iki deneme :
PAZARLIK
Şöyle deniyor :
“Devlet her karşısına çıkanla pazarlık ederse o işin sonu mu gelir, ne yasa kalır, ne düzen...”
Peki, devlet adına işleri yürütenler yanlış davranışlarda bulunurlarsa nasıl karşı çıkılacak?
“Yasalar var, neyin doğru, neyin yanlış olduğu yasalarda yazılıdır. Yanlış bir davranışla karşılaşan yargıya başvurur, hakkını arar.”
Soyut olarak böyle, ama somut olarak böyle yürümüyor işler...
Tanık olduğum ilk büyük haksızlığın acılarını izlediğimde on iki yaşındaydım.
İkinci Dünya Savaşı öncesi...
Şair olarak yarattığı sevgi çemberi, düşüncelerine de yakınlık duyulmasına yol açıyor diye, ortadan kaldırılmak istenen bir insana, hiçbir suç işlememişken, yirmi sekiz yıllık bir ceza verildi.
Yakıştırma bir suçla, yasalar zorlanarak verilen bu cezanın yanlışlığını herkes biliyordu.
Şairin, Kurtuluş Savaşı komutanlarından olan, devletin üst kademelerinde görevler alan öz dayısı da biliyordu, yattığı cezaevlerinin müdürleri, savcıları da...
Adli hatanın düzeltilmesi için Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen dilekçeleri Ankara’da bakanlıklarda görevli hukuk danışmanları yazıyorlardı.
Ama devleti yönetenlerin yaptığı haksızlık göz göre göre sürdü...
İkinci Dünya Savaşı sona erip hava biraz yumuşayınca bu kez bir gazete başyazarı işi ele aldı, ünlü bir avukata davayı baştan sona, bütün yönleriyle inceletip ortada adli bir hata olduğunu kanıtlarıyla gözler önüne serdi.
Türkiye demokrasiye yönelmiş, Türk halkı devleti yönetme görevini serbest seçimlerle yeni bir partiye vermişti.
Gene dilekçeler yazıldı...
Gene hiçbir şey değişmedi...
“Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız : Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman. Bana sorarsanız : On senesi ömrümün.”
Evet, on yıl...
Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek için kendi yaşamınızdan bir “on yıl”ı düşünmelisiniz...
Başkalarından harcamak kolaydır...
“Ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim, ne kadar az yaşıyoruz, ne kadar az.”
On yılı almışlar, on sekiz yıl daha istiyorlar...
Tanık olduğum ilk açlık grevi bu on yılın sonunda, bir umutsuzluk çığlığıydı...
“Bu kez dilekçeme pul olarak canımı yapıştıracağım...”
Bayağı batmıştı bana bu şiirsel söyleyiş. Hiç güzel bulmamıştım.
“Nâzım, çocuk musun, sevinirler senin ölmene,” demişti Piraye.
Ne adına olursa olsun, insanların kendilerini, ya da başkalarını yakmalarının gereğine eskiden de pek inanmazdım, artık hiç inanmıyorum...
Kimse yanmadan çıkarsa “çıkar karanlıklar aydınlığa”, çoğunluğun gücüyle, şiddete sapmadan...
Şiddet uygulayarak gerçekleştirilen değişmelerin yarattığı tepkiler alttan alta hep yaşıyor...
Başka hiçbir çare kalmadığı için girişilen bir açlık grevi, anlamsız bir intihar girişimi değilse, mutlaka haklılığı görmezlikten gelinen bir dilekçeye ilgi çekme amacını taşıyordur...
Bir umursamazlığa tepkidir...
O dilekçede, ya da dilekçelerdeki istekleri değerlendirmek, yanlışlıklar, haksızlıklar yapılmışsa düzeltmeye çalışmak, pazarlığa oturmak anlamına gelmez.
Demokrasili devletler, ne yolla olursa olsun, insan haklarına aykırı bir uygulamanın varlığını öğrenirlerse, bunu ortadan kaldırmanın yollarını ararlar. Karşıtlarından gelen bilgilere değer vermemek diye bir şey söz konusu olamaz.
Yasaların biçtiği cezalara, cezaevlerindeki yetersizliklerden, yönetim bozukluklarından doğan birtakım eklemeler yapılması, maddi manevi baskılarla insanlara fazladan acı çektirilmesi çağdaş devlet anlayışıyla kesinlikle bağdaşmaz.
Ayrıca yasaları uygulayanların yanılabilecekleri, dahası tutuklu olarak yargılananların sonunda aklanabilecekleri de hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Her yargılının ya da tutuklunun dışarda bir ailesi, bir arkadaş çevresi olduğu düşünülürse, cezaevi olaylarının toplumda ne büyük yaralar açtığı daha iyi anlaşılır.
Şu son ölüm oruçlarında ölenlerin gömülenler kadar olduğunu sananlar çok yanıldıklarını bilmelidirler...
(ss. 261-263)