Kitabın arka kapak yazısı :
Demokrasi bir kültür, yani bir yaşam biçimi.
Bir parlamentosu olmak, seçimler yapmak, sandıktan
çıkmak, yurttaşlara söz özgürlüğü vermekle olup biten
bir şey değil. Düşünce özgürlüğü ile söz özgürlüğü kadar,
beslenme özgürlüğü, barınma özgürlüğü,
özgürlüğü, çalışma özgürlüğü, sağlığını koruma
özgürlüğü de demokrasili yaşamın olmazsa olmaz
özellikleri. Bu yaşam anlayışının insan aklına, ahlakına,
davranışlarına yansıyıp başat duruma gelmesiyle ise
düşünsel anlamda demokrasi kültürü ortaya çıkıyor.
Bu kitabında bir araya getirdiği yazıları,
yaklaşık kırk yıldır, Memet Fuat’ın toplumsalcı bir yazar
olarak, durmadan usanmadan, demokrasi kültürünü,
böyle bir bütünsellik içinde savunduğunu,
bu kültürün herhangi bir siyasal anlayışın değil,
insana değer veren, insanların esenliği için yola çıkan
her anlayışın ereği olduğunu anlatmaya
çalıştığını gösteriyor.
Kitabın “Sunu” yazısı :
Bu kitaptaki ilk yazı 1961’de, son yazı 1997’de yazılmış. Demek ki kırk yıla yakın bir süredir “demokrasi” kafamı işgal eden bir konu.
Baştan beri de onu, salt bir düşünce değil, hep bir “kültür”, yani bir “yaşam” biçimi olarak gördüm.
Birtakım çıkar ilişkilerinin itişiyle değilse, insanların düşünce değiştirmelerine kötü gözle bakmayan bir anlayıştan yanayım. Bir küçümsemeyi getiren “dönek” sözcüğünü kullanmaktan hep kaçınmışımdır. Biliyorsunuz, sırasında, büyük bir içtenlikle din bile değiştiriyor insanlar. Bence, bir dine inanmaktan daha yadırganacak bir yönü yok bu işin. İnanç niteliği kazanmış düşünceler de değişebilir.
Ne var ki, dünyanın büyük fırtınalar geçirdiği bir dönemde yaşadığım, imparatorlukların batıp çıkışını, iki büyük paylaşım savaşını, faşizmi, nazizmi, stalinizmi, Çin’i, İran’ı, Sovyetler’in dağılışını gördüğüm halde, benim düşüncelerimde sözü edilmeye değer bir değişiklik olmadı.
Yazarlığa başladığım yıllardaki gibi, bugün de, hem dayanışarak yaşamaktan, paylaşmaktan, sevgiden, barıştan yana, yani toplumsalcı; hem de düşünceye saygıdan, örgütlenme özgürlüğünden, insan haklarından, çoğunluğun gücünden yana, yani demokrasiciyim.
Yaşadığım dönemdeki en büyük aymazlıklardan biri, gereksinimlerin karşılanması diye anılan toplumsal özgürlüklerin yalnızca toplumsalcılığı, düşünsel özgürlüklerin ise yalnızca anamalcılığı ilgilendirdiği gibi çok yanlış bir görüşü, insanların kuşku duyulmayacak bir gerçek sanmaları oldu.
Bu yüzden, toplumsal özgürlüklerle düşünsel özgürlükleri bir bütün olarak benimsemem hep yadırgandı, düşünce özgürlüğüne, söz özgürlüğüne verdiğim önem, çoğulculuğu savunmam, “düşünceye saygı” sözünü sloganlaştırmaya çalışmam, yakınlık duyduğum çevrelerde tedirginlik yarattı.
Demokrasiyi hiçbir zaman salt düşünce özgürlüğü, söz özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seçimler, özerk kuruluşlar çerçevesinde olup biten bir şey diye görmedim. Bireysel gereksinimler karşılanmazsa bunlar pek bir işe yaramaz.
Uygar bir toplumda, düşünsel özgürlüklerle yaşasalar da, yoksulluk çeken, yeterince beslenemeyen, en acısı da geleceklerini kurmaları için çocuklarına doğru dürüst eğitim veremeyen insanlar mutlu olamazlar.
Bu yazılarda başka bir düşünceyi, önceleri, uzayıp giden devrim sonrası baskı dönemlerine bakarak aklımdan geçirdiğim, yetmiş yıllık Sovyetler Birliği deneyinden sonra ise, daha bir güvenle bağlandığım bir düşünceyi de göreceksiniz :
Dinmek bilmez öfkelere, kinlenmelere yol açan şiddet uygulamalarıyla, baskı yoluyla, en büyük doğrular, en büyük güzellikler bile insanlara benimsetilemiyor. Sağlıklı yol, önermek, inandırarak benimsetmekten geçiyor.
Azınlığın silahlı gücü, hiçbir alanda çoğunluğun silahsız gücü kadar etkili olamıyor.
Sömürüye dayandığı, ayrıca toplumları bir yerine birçok kralla donattığı için, demokrasiyi bir aldatmacaya döndüren anamalcılığın, “küreselleşme” yoluyla durmadan yayılıp yükselişi nerede, nasıl sona erecek, kestiremiyorum. İnsanlık herhalde özgürlükleri, dayanışmayı, paylaşmayı, sevgiyi, barışı yücelten, özlenen “sömürüsüz bir dünya”yı yaratacak toplumsal düzene de, tutumbilime de kavuşacak bir gün.
Bazı şeyler böyle : Olacağı kesinlikle biliniyor da, ne zaman olacağı bilinemiyor...
(ss. 7-8)